21 Temmuz 2009 Salı

Mozart'in dogdugu kent SALZBURG...



Ne zaman gittik,
gezdik, gördük : 31 Mayıs 2009

Yeni bir ileti eklemeyeli uzun zaman oldu, malum araya gezilecek yerler, yaz tatilleri girdi. Birbiri üzerine eklenen anılar ve hikayeler günümüze zenginlik katarken, anlatılmamış yerlerin detaylarını da kafamızdan silmeyi ihmal etmedi tabi. Böyle zamanlarda neyseki fotoğraflar var diyorum...

Mayıs ayının son günlerinde çıktığımız gezimizin aslında 3.günü... Mühldorf, Burghausen'den sonra kendimizi yola vurduk. Amacımız Avusturya'nin büyülü kentlerinden Salzburg'u görmekti. Almanya ve Avusturya sınırında, kah bir ülkede kah diğerinde Salzburg'a doğru seyre daldık. Hemen kendimize kalacak bir yer ayarlayıp, şehri gezmek istiyorduk. Aklımda internette büyüleyici fotoğraflarını gördüğüm Schloss Anif vardı, gezmeye oradan başlayacağımız için kalacak yerimiz de Anif'te olabilirdi.

Güzel bir çiftlik evine yerleştikten sonra evin sahiplerinden bilgi aldık. ve benim için hayal kırıklığı olan bilgiyle karşılaştık. O güzelim saray aslında özel bir mülkmüş ve gezilmesine de doğal olarak izin verilmemekteymis. Bizim gibi internette fotoğraflarını görüp gezmek isteyenler çoğunluktaymış. En azından yalnız olmadığımızı bilmek güzel... Ama yine de o bölgede yeralan Hellbrunn sarayını da görebilirdik. Anif, Salzburg'un hemen güneyinde yer alan ilk yerleşim yeri... Oldukça sevimli olduğunu da söylemek mümkün... Bir çok pansiyon, çiftlik evi bulunmakta, hemen yakınında ise bir hayvanat bahçesi ve Helbrunn sarayı var. Bizce Anif, Salzburg seyahatlerinde konaklamak için ideal bir yer. Tabi biz kendi arabamızla gittiğimiz için de bize o kadar rahat gelmiş olabilir.

Gezimize ilk olarak Helbrunn sarayından başladık, sarayda su gösterileri mevcutmuş ancak biz Salzburg'un içini görmek için can attığımızdan sarayın içine girmedik. Ama bir gösteriyi de kaçak izlemeden edemedik...

Bu sarayın çok güzel ve bakımlı bir bahçesi var. Bahçe içerisinde çimlere serilmiş, piknik yapan ya da güneşlenen insanları görmek mümkün. Havuzları da cabası...

Anif'teki hızlı turumuzu bitirdikten sonra, Salzburg'a ilk adımımızı attığımızdan beri ilgimizi çeken ve şehrin tam tepesinde konumlanmış kaleye ulaşmak istedik. Ancak yolları karıştırdığımızdan, yukarı çıkmayı başaramadık. Zaten sonradan arabayla çıkmanın mümkün olmadığını öğrenecektik. O vakit, öncelikle şehirde gezmek iyi bir fikir olabilirdi.

Pek çok şehrin güzelliğini aslında suyun pekiştirdiğine inanırım. İstanbul'u daha da güzel yapan deniz ise Salzburg'u da şehri ikiye ayıran Salzach nehri renklendiriyor. Biz Pazar günü Salzburg'a vardık. Ve gittiğimizde nehir boyunca çok güzel bir pazar kurulmuştu. Ancak görülmesi gereken o kadar güzellik vardı ki pazara fazlaca vakit ayıramadık.

Rotamızı ilk belirlediğimizde edindiğim bilgilere göre, Salzburg'a gidip de oyuncak müzesine gitmeden dönmek olmazmış. Çok fazla aramamıza gerek kalmadan oyuncak müzesi karşımıza çıkıvermişti bile. Bu fırsatı kaçırmak olmazdı.
Eşimin ilgisini çeken birçok buhar makinesi ve teknik oyuncaklar vardı tabi, ama benim ilgimi çeken ise bebeklerdi. Koleksiyonları gerçekten de çok güzeldi, hepsiyle oynayabilmeyi isterdim. Özellikle çocukluğumdan tanıdığım Barbie bebekler, sanki defile yapıyor gibiydi. Biri kayağa giderken, biri konsere, bir diğeri partiye gidiyordu sanki. Her çocuğun hayalini süşlemiştir herhalde bu bebekler...

Salzburg sokaklarına tekrar kendimizi attığımızda, sıcacık bir şehir karşılıyordu bizi. Havanın güzel olmasını fırsat bilip sokaklara doluşmuş insanlar ve turist güruhu şehri daha da cıvıl cıvıl kılıyordu. Buralarda turlarla gezen turislere rastlamadık, bu da şehirde kendi kendine keşfedilecek yerler olduğu izlenimini veriyordu bize. Turist grupların meydanları doldurup hepsinin aynı anda sakir şakır fotoğraf çektiği şehirlerden çok da hoşlanmadığımızı aslında şu günlerde , Prag gezimizden sonra anlıyoruz.
Salzburg Mozart'in doğduğu şehir, ve doğduğu ev bir müze haline getirilmiş. Zaten Salzburg'da dolaştığınız süre içerisinde Mozart hediyelik eşyaları, çikolataları vb birçok obje sizi takip ediyor.

Ve işte sıra kaleye çıkmaya gelmişti. Şehrin içerilerinde bir adet füniküler kaleye ulaşılacak iki yoldan biri, bir diğeri ise yokuşu tırmanmak. Biz ikinci yolu tercih ettik. Çünkü gün bitmek üzereydi ve füniküler bileti ile teklif edilen müze girişleri bizim işimize yaramayacaktı. Biz sadece yukarıya çıkıp manzaraya oradan bakmak istiyorduk. Ve yine bugünlerde aslında gezdiğimiz gördügümüz şehirlerde, tepeden şehre bakma arzusunun içimizi doldurduğunu farkediyorum. Sanırım bir İstanbullu olarak yedi tepeli şehrin getirdiği bir alışkanlık bu.

Tabanlara kuvvet, tepeye tırmandıktan sonra karşımıza çıkan ilk müzeyle başladık. Turistler gruplar halinde içeri alınıyor ve ellerine elektronik bir rehber veriliyor. Müzede gezilen her yerde bu rehber bilgi veriyordu.

Bir diğer müzeye geçtiğimizde oldukça ilginç kareler yakaladık.

Sergilenen müzik enstrümanları çoğunlukla Osmanlı'ya aitti.

Biraz müze biraz da şehir manzarasını içimize sindirdikten sonra, sıra artık Fünikülerle aşağıya inmeye gelmişti. Zira yeterince gezdikten sonra midelerimizin de bir o kadar doyurulması gerekiyordu.

Yemeklerimizi yedikten sonra, şehir gezimize nehir kıyısında devam ettik ve köprüden karşı kıyıya geçtik. Tam köprünün ortasına geldiğimizde güzel bir havai fişek gösterisi bizi karşıladı.
Karşı kıyıda ise Mirabell Garden'i gezme fırsatımız oldu. Otelimize dönmek üzere yola çıktığımızdaysa tesadüfen ünlü Sachertorte'nın yapıldığı Sacher Hotel'i gördük. Asıl Sacher Hotel Viyana'da ancak burada da bir şubeleri varmış. Hemen içeriye girip Sachertorteyle birlikte özel çaylarından içip akşamımızı tatlandırdık.
Ertesi gün ise eğer yağmur yağmasaydı, Salzburg'un güneyindeki buz mağaralarına gitmek istiyorduk. Ancak hava yağmurlu olduğunda mağaralara ulaşmak işkenceye dönüşebilmekteymiş.
Ve Almanya'ya dogru yola koyulduk.

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...